Kilitli kapıların ardında kalmanın ne kadar can sıkıcı olduğunu düşündüm. İçeride kilitli kalmanın belki de daha can sıkıcı olabileceğini düşündüm. Bir cinsiyet güvence sahibi ve varlıklıyken, diğerinin fakirlik ve güvensizlik içinde olduğunu, geleneklerin ve geleneksizliğin bir yazarın üzerindeki etkilerini düşündüm.
“ Kafanız da yarattığınız dünyanın tek bir telini, elinde gümüş bir kupa tutan bir başöğretmenin ya da bir profesörün sözüne uymak için gözden çıkarmak ihanettir” (Kendine Ait Bir Oda) diyerek sanatçının kendine ait bir bakışı olmasına önem verirdi ve yazarları ne pahasına olursa olsun bundan vazgeçmemeye çağırırdı.
Virginia Woolf adeta bize sesleniyor. Belki de en derinlere ya da en uzaklara …
1929’dan sesini daha çok duymak istercesine bir solukta kitabı okumuş buldum kendimi.
Bilakis biz kadınlara en eskilerden itibaren erkeklere verilen haklar verilmiş olsaydı şu an yaşanılan ,toplum nezdinde isimlendirilmiş ‘sorun’ olarak görünen ve adı tam konulmamış şeyler olmazdı. Woolf da kendine bir oda yaratmış bir karakterin ağzından bize bunları ifade etmeye çalışıyor aslında. Kadınların neden kütüphanelere bir erkek olmadan giremediğini , davetlerde erkeklerin şarap içerken kadınların neden su içtiğini ve edebiyatta kadının rolünü tüm çıplaklığıyla dile getirmektedir .getirmiş.Nitekim
“Namusun o zamanlar -hatta şimdide de öyle- kadının hayatında dinsel bir önemi vardı ve namus kendisini sinirlere ve içgüdülere öylesine sarıp sarmalamıştır ki, onunla bağlarını koparıp onu gün ışığına çıkarmak çok nadir bulunan bir cesaret ister.”
“İmgesel olarak kadın son derece önemlidir;gerçekte ise tamamen önemsiz.Şiiri baştan sona kaplar; tarihte hiç görülmez. Kurgularda kralların ve fatihlerin hayatlarına hükmeder; gerçek hayatta ailesinin parmağına bir yüzük taktığı herhangi bir gencin kölesidir. Edebiyatta en ilham verici sözler,en derin duygular onun dudaklarından dökülür; gerçek hayatta okuyup yazması neredeyse yok ve kocasının malıdır.”
“İnsan iyi bir sigara yakıp cam kenarındaki koltuğun yastıkları arasına gömülürken hayat nasıl iyi, ödülleri nasıl tatlı, bu garez veya o kin nasıl önemsiz, arkadaşlık ve insanın kendi tarzındakilerden oluşan bir çevre nasıl da hayranlık uyandırıcı görünüyordu.”